Salih Zeki Bey (1864-1921) matematik alanında çalışmalar yaparken, özellikle Batılı bilim dünyasını tanımış ve kendi coğrafyamızın ilim adamlarından matematik bilimine katkı yapanları telif eserleriyle dünyaya tanıtmıştır. Kısaca daha disiplin haline gelmemiş alanın Matematik Bilim Tarihi’ni yazmıştır. LYSHazırlık Matematik 1 ( Diziler ve Seriler Konu Testi – 2 ) LYS Hazırlık Matematik 1 ( Diziler ve Seriler Konu Testi – 3 ) 16.Ünite ~ Özel Tanımlı Fonksiyonlar Bu yılın Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’ne nerede olduğumuzu bilmemizi ve bir yerden bir yere giderken yolumuzu bulmamızı sağlayan içsel becerinin beynimizdeki hücreler düzeyinde nasıl gerçekleştiğini ortaya çıkaran üç bilim insanı layık görüldü. Duyular denince aklımıza işitme, görme, koklama, tat alma ve Eğiticizeka oyunları, duyu bütünleme ve gelişim materyalleri Oyun Terapi Market'de. Zihinsel beceri gelişimi oyuncakları için şimdi tıklayın! 150 TL ve üzeri alışverişlerde ücretsiz kargo! Matematik nesneleri ve sayılar. Matematik ve bilim felsefesine giren bu konuyu ele almanın en iyi yolu soruları doğru sormaktır. Ben de matematik gerçek midir diye sorarken aslında cebir, trigonometri ve entegraller gerçek midir diye sormuyorum. 1) Matematik kurallarını evreni tanımlayan fizik yasalarının denklemlerini yazmakta Matematik. 1- Bütün bilimlerin temeli ve kaynağıdır. 2- Sağlam, kullanışlı evrensel bir dil ve kültürdür. 3- İnsanların ortak düşünce aracıdır. 4- Ölçülebilen nicelikler bilimidir. 5- Şekil, sayı, çoklukların özelliklerini ve aralarındaki ilişkileri inceleyen bilimdir. Gönderen Unknown zaman: 03:05 Hiç yorum yok: kTgvhe. Doğa bilimlerinin diğer bilimlerden ve matematik gibi analitik bilgi üreten disiplinlerden temel farkının “deney ve gözleme dayalı” olmasıdır, denilir. Bazı bilim insanlarına göre bir uğraşın “bilim” olmasının temel kriteri de budur. Peki, matematikte deneye ve gözleme hiç yer yok mudur? Bu sorulara, 50 Soruda Matematik kitabında, 1 Şahin Koçak şöyle eğlenceli ve aynı zamanda felsefi bir diyalogla giriş yapıyor Matematikte deney olur mu? “Soru Matematikte de deney olur mu Çerçi? “Cevap Hiç olmaz olur mu? Ben ortaokul öğrencisiyken, Pisagor teoremini kontrol etmek amacıyla, kalın bir kartona bir dik üçgen ve onun kenarları üzerine kareleri çizdikten sonra, kareleri dikkatle kesmiş, ve tanıdığım bir bakkala giderek, bir kefeye büyük kareyi, diğer kefeye de diğer iki kareyi koyup, terazinin dengede durup durmadığına bakmıştım. Sonuç gayet tatminkârdı. Bu benim için bu teoremin doğruluğuna daha güvenilir bir delil olmuştu. “Çekirge Şimdi biz böyle bir şey yapsak, hocalarımız bize gülerler, hatta belki de kızarlar! “Çerçi Vallahi, aslında ben de bu yaptığımı hocama söylememiştim. Keşke söyleseydim, belki hoşuna bile giderdi. Çocukluk işte, ben de çekindim herhalde. Fizik dersinde deneyler yapıyorduk, ama matematik için bu kimsenin aklından geçmiyordu. Matematik tamamen akıl işiymiş gibi görülüyordu. Oysa deney, gözlem ve akıl arasındaki sınırları belki de çok keskin çizmemek lazım. Matematiğin temel kavramları belli netlikte ifade edilmeden önce, binyıllar boyunca ne gözlemler ve belki ne bilinçsiz deneyler yapıldı da, sonra akıl bunları biriktirdi, düzenledi, soyutladı, oralara geldi. Her eylem bir deney değil midir aslında? Cevapları dinlersen. Bazen bir şeyi istemeden yanlış yaparsın, tabiat da senin istemeden sorduğun bu soruya cevap verir. Sen de istemeden bir deney yapmış olursun. Deneyim buradan mı geliyor acaba? Gözlemeden biriken gözleyim’ neden yok? O da deneyime katılıyor herhalde. Denemenin statüsü gözlemeden yüksek mi yoksa? Ne de olsa salt gözlemden daha aktif bir eylem. Kendiliğinden bir fanusta hapis kalmış bir güvercinle her gün karşılaşmıyorsun. Ama öyle gözlem deyip de geçme. Görme olayı inanılmaz derecede rafine ve aktif bir eylem. Belki akıl gözde bile başlıyor olabilir. “Her neyse, matematiği akılla başlayıp biten bir iş sanmak çok yanlıştır. Gözlenene bir müdahale deney oluyorsa şayet, beştaş oynarken taşları yere atmak bir deney değil midir? Ve taşları toplarken gene aynı sayıyı bulmak bir keşif değil midir? Peki gözlem düzeneğini bilinçli olarak değiştirmek bir deney midir? Şimdi ben daha iyi görmek için gözlükle baksam deney yapmış olur muyum? Ya da mikroskopla? Bir birikintiden bir damla su alıp mikroskoba getirmek gözlenene müdahale değil midir? Ya da elektron mikroskobuyla baksam ne olur? O minnacık nesneleri görmek için fırlattığım elektronlar, baktığım nesneleri bozmaz mı? O zaman sadece gözlerken deney yapmış olmaz mıyım? Teleskopu bilinçle belli bir yöne çevirmek nedir peki? Bu kararın arkasında yüzlerce, belki binlerce yılın düşünce mirası ve son düşünenin muazzam bir hesabı varsa? Bir de orda yeni bir gezegen bulursak? Bir tahminimizi sınamak için yaptığımız bu eyleme basit bir gözlem diyebilir miyiz? Deney yaparken, kendimizi daha belirleyen, kurgulayan ve tabiata yaptığı müdahalenin sonuçlarını gözleyen bir konumda algılıyoruz. Bu müdahaleyi kendimize de yapabiliriz tabii. Mikrop içen doktorlar olmadı mı? Kendilerine ne olacak diye baktılar. Bu istemeden de sürekli olmuyor mu zaten? Şimdi de genlerle oynanıp ne olacak diye bakılmıyor mu? Bu hep olmadı mı zaten? Organizmalar, iyi-kötü günler için sigorta kabilinden, kendi genleriyle oynayacak mekanizmalar geliştirmiş olmalılar. Belki eşeyli üreme böyle bir şey değil midir? Her mutasyon bir deney değil midir? Bedeli bazen ağır ödenen. Biz böyle oluşmadık mı? Yani bugünün aklının içinde dünün deneyleri yok mu? Kant’ın a priori’si aslında a posteriori’. Bizim öğrenmeden bildiklerimiz, atalarımızın bilmeden öğrendikleri. Daha yakın zamanlarda, adı bilinen bilinmeyen nice hemcinslerimizin gözlemlerinin, deneylerinin, düşüncelerinin bize kadar aktarılması bugünkü aklımızın şekillenmesine katkıda bulunmadı mı? Daha da yakın zamanlarda kendi gözlem ve denemelerimiz, bugünkü aklımızın oluşumuna katkıda bulunmadı mı? Ve bu süreç bütün hızıyla sürmüyor mu? “Öyle anlaşılıyor ki, gözlem, deney ve akıl, bilimin bu üç primer enstrümanı, epeyce iç içe geçmiş durumdalar. Aklın içinde deney var, deneyin içinde gözlem var, gözlemin içinde akıl var… “Aklı kullanan her insan faaliyeti gibi, matematik de, örtük olarak da olsa, devasa bir gözlem-deney birikimi üzerine kuruludur. “Sembol sembol deyip, o sembolleri, hangi puntoda, hangi renkte, hangi elle veya makineyle, hangi kâğıda veya tahtaya yazılmış olursa olsun, aynı sembol olarak algılama yetisini kendilerine evrimin bağışlamış olduğunu unutanların, bütün deneyimin öncesine gitme iddiasıyla sayıları mantıkla yaratmaya kalkmaları bana biraz tuhaf geliyor. Mantığı bilmem ama, matematik, etten kemikten yapılmış insanların, etraflarındaki dünyanın yapısını anlamak için kurdukları model üretme atölyelerinden birisidir. Tabii böyle atölyelerde epeyce fantezi-modeller de üretilir. Modaevlerinde bile öyle değil mi? Defilede gösterilenlerin kaçı giyiliyor? “Gözlem yap, veri topla, model üret… Bu biraz çocukça bir hikâyedir. Hangi gözlemi yapacaksın, hangi veriyi toplayacaksın? Zaten veri de doğrudan modele götürmez. Gözlediklerinle uyumlu birçok model olabileceği gibi, bir tane bile olsa, o da öyle apaçık göz önünde değildir. Gerçek kendini hep saklar. Görmek kolay değildir. Büyük modeller birer gözlüktür aslında. Hem gösteren, hem çarpıtan. Yeni bir modeli denerken, zaten başka bir gözlük taşımakta olduğunun farkında olmayabilirsin. O zaman yeni modeli deneyemezsin bile. Bazen bütün gözlükleri çıkarmak gerekir. Ama geriye gözün kalıyor. Onu nasıl çıkaracaksın? “Kolay işler değil yani. İnsan taraftır. Yapımız, etrafı anlamak ve etrafla baş etmek için evrilmiştir. Organizmik, bireysel çıkarlar için. Tür çıkarı için bile değil. Belki gen çıkarı için. Kimin ufku bir kıta kadar? Elektronları kim görebilir? Bilim belki bunu aşan bir şeydir. Bu nedenle bilim bazen sağduyuya ters düşer. Onun için, model üretiminde fanteziye hiçbir engel çıkarmamak gerekir. Sonluötesi sayıları yaratan’ Cantor, eleştirilerden bunalınca, matematiğin özgürlük olmadan gelişemeyeceğini, bir kavram verimsiz ve faydasız çıkarsa onun zaten terk edileceğini, bu nedenle yeni arayışlara engel çıkartılmaması gerektiğini, pür’ veya saf’ denilen matematiğe aslında serbest matematik’ denilmesinin daha uygun olacağını yazarak isyan ediyordu! 2 “Çekirge O adamcağıza da çok çektirmişler herhalde… “Çerçi Hiç sorma! Matematikte deney konusuna dönersek, Cantor’un yaptığı da bir tür deneydi aslında. Düşünce deneyi. Böyle düşünürsek ne olur? İşin sonu nereye varır? “Çekirge O iş karakolda bitti demiştin. “Çerçi Evet. Ortaya bazı çelişkiler çıktı. Ama bu deneyden alınan dersten sonra, bazı tedbirler alındı ve Cantor’dan geriye büyülü modeller kaldı. Onların akibetini de zaman gösterecek tabii. “Çekirge Ama bu bir düşünce deneyi imiş. Yanlış hatırlamıyorsam, Düşünce deneyi de ne demek, basbayağı düşünce işte’ demiştin. Şimdi de düşünce deneyine deney dedin. Oysa deney Tabiata sormaktır’ diyordun. “Çerçi Evet Çekirge, sen de mantıkçılar gibisin. Dikkatinden hiçbir şey kaçmıyor. Tabii ki haklısın. Düşünce deneyi zihinde cereyan ettiği için, onu düşünce olarak görmek daha doğru. Ama Cantor, Şöyle düşünsem acaba sonu nereye varacak?’ dercesine, üstelik epeyce risk alarak ve yepyeni kavramlar yaratarak bir düşünce macerasına giriştiği için, içimden deney demek geldi. Ama matematikte, Tabiata sormak’ şeklinde deney arıyorsan, hiç merak etme, o da var! “Çekirge İşte bunu merak ettim!” Devamını başka bir hafta paylaşmak üzere… Kaynak 1 Koçak, Şahin, 50 Soruda Matematik, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2012, ss. 29-32. 2 Cantor, Georg, Gesammelte Abhandlungen, Verlag von Julius Springer, 1932, s. 182. “Köylere gece karanlığında dalıvermek adet haline gelmişti. Gece karanlığının örtüsü altında Rus askerlerinin, ikişer üçer evlere girmesini izleyen dehşet sahneleri öylesineydi ki, bunları hiçbir rapor görevlisi aktarmaya cesaret edemezdi...” Lev Tolstoy “Dağlılar teslim olmuyor diye biz davamızdan vazgeçemezdik. Silahlarını alabilmek için yarısının kırılması gerekti. Kanlı savaşta birçok kabile tümüyle yok oldu. Ayrıca, çoğu anneler bize vermemek için kendi çocuklarını öldürüyorlardı.” Rus Tarihçi Sulujiyen Sizce yukarıdaki satırlar Çerkesya’nın kanlı tarihini anlamamıza yardımcı oluyor mu? Çerkes'ler Kaf Dağının Çocukları Osmanlı kaynaklarında, 13. yüzyıldan itibaren Kafkasya halkları; Adigelere, Abhazlar, Ubıhlar, Dağıstanlılar, Çeçenler, İnguşlar ve diğer Müslaman Kafkas halkları Çerkes’ diye geçer. Ama günümüzde sadece Adigeler akla geliyor. 4. yüzyıldan sonra Çerkes'ler Hıristiyan'lıkla tanıştı. Özelikle 14. yüzyıldan itibaren Osmalı himayesine girmeye başlayan Çerkes bölgesi görünüşte Osmanlı ya bağlı olsada; Osmanlının sağladığı gevşek yönetim sayesinde hür ve bağımsızdı. 16. yüzyılda başlaya Rus saldırıları ve baskısı Hırıstiyan olan Çerkes'lerin İslamlaşmasında etkili oldu. Çerkes'ler ve Abazalar'ın İslamiyet’e 18. yüzyılda toplu olarak geçtiler. Çerkesler Hanefi mezhebine girerken, Dağıstan ve Çeçen-İnguş bölgesinde ise daha önceki yüzyıllardan itibaren Şafiilik yayılmaya başlamıştı. 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşlarını Rus'ların kazanması üzerine Çerkeslerin kaderi istenmeyen biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması’yla Çerkesya Rusya’ya bırakılmıştı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont Paskeviç’e, dağlılar’ dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğunu söylemişti Bunlardan ilki Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak’, ikincisi itaat etmeyenleri yok etmek’ti. Osmalı bölgeden çekildikten sonra Şeh Şamil İmamlığı altında tekrar birleşen Kafkas milletleri; küçük çaptaki milis kuvvetlerle gerilla savaşı uygulayarak, yaklaşık 25 yıl daha düşmanlarını bu topralklardan uzak tutmayı başardılar. Şeh Şamilin esir edilmesinden sonra; 27 Temmuz 1864'te Kafkasya Genel Valisi Mihail, "1567 yılında Çar VI. İvan'ın başlatmış olduğu Kafkas-Rus savaşlarının bittiğini" belirten belgeyi imzaladı ama sürgünler devam etti... Malvarlıklarının yükte ağır kısmını, asıl olarak da sürülerini yanlarında götürememeleri için, dağlılar’ın kara yoluyla göçü yasaklanmıştı. Dolayısıyla sürgünler Karadeniz kıyılarına yöneldiler. Aç ve çıplak yığınlar başta Taman, Tuapse, Anapa, Novorossiysk, Tsemez, Soçi 1864 öncesi Çerkesya'nın başkenti, Adler, Sohum, Poti, Batum, limanları olmak üzere sayısız liman, iskele ve koyda kendilerini yeni yurtlarına götürecek tekneleri, gemileri bekliyorlardı. Bu bekleyiş bazen günler, bazen aylar bazen ise bir yıl sürecekti. Bu yüzden daha ilk aylardan itibaren kadınlar, çocuklar ve güçsüz olanlar, açlık, hastalık ve soğuktan kitlesel halde ölmeye başladılar. Rejimin Kafkasya politikalarına hak veren Adolf Berje adlı Çarlık bürokratı bile şöyle yazacaktı “17 bin dağlının toplandığı Novorossiysk koyunda gördüklerimi unutmayacağım. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, ateist olsun onların durumlarını görenler mutlaka çöker ve perişan olurdu. Ruslar, Çerkeslere hayvanlara bile yapılmayacak şeyler yaptılar. Şu gördüğüm olayları kâğıda gözyaşım damlamadan nasıl yazacağım? Kışın soğuğunda, kar, yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanları tifo ve çiçek hastalığı da durumlarını iyice kötüleştiriyordu. Anasız kalmış bebekler ağlaşıyor, aç bebekler ölmüş annelerinin göğüslerinden anne sütü arıyorlardı. Genç bir Çerkes kadını paçavralar içinde, açık havada, ıslak toprağın üzerinde iki yavrusu ile birlikte uzanmış, biri ölüm öncesi çırpınışlarla yaşamla mücadele veriyor, diğeri ise soğuktan kaskatı kesilmiş annenin göğsünden açlığını gidermeye çalıyor. Binlerce insan göz önünde ölüp tükeniyordu ve böyle manzaralara sık sık rastlanıyordu…” Trabzon’daki Rusya Konsolosu Moşnin şöyle yazıyordu “Sürgün başladığından beri Trabzon ve çevresine getirilen göçmen sayısı kişiye varmıştır. Bunlardan yaşamını yitirmişti. Şu anda kamplarda kişi kalmıştır. Burada günlük ortalama ölüm sayısı 180-250 kişidir. Tifo vahim boyutlardadır”. 19 Eylül 1864 tarihli Allgemeine Zeitung’da Konstantinopel İstanbul muhabirinin şu anlatıları yer alıyordu “Samsun’da bildirildiğine göre … ölüm oranı sadece göçmenler arasında değil yerliler arasında da duyulmamış ölçülere vardı. 50 bin kadar ölü gömüldü. 60 bin göçmen açık havada veya şehrin sokaklarında yatıp kalkıyor.” Benzer raporların İmparatorluğun Karadeniz kıyısındaki Giresun, Fatsa, Ayancık, İnebolu, Akçaabat veya Varna, Burgaz Köstence limanlarından, hatta Kıbrıs’taki Larnaka limanından da geldiğini söyleyelim. Göçe maruz kalan Çerkesler yeni yerleştikleri yerlere ister istemez alıştılar. Ama hiç bir zaman yapılan zulmü ve vatanlarını; yani Soçi'yide içine alan Kafkasya'yı unutmadılar. Hür Çayın Sağlık Üzerine Etkisi1- Polifenollerin EtkisiPolifenoller, çayın önemli bir bölümünü oluşturur. Polifenollerin fizyolojik etkileri olumlu ya da olumsuz yönde olmamış polifenoller, "biyoflanoidler" olarak bilinir Biyoflanoidlerin kılcal kan damarlarının dayanıklılığını arttırdığı üzerinde durulmuş ve bunlar "vitamin P" olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle yeşil çay bazı ülkelerde kılcal kan damarları zayıflığını giderici olarak kullanılmaktadır. Bu etki yeşil çayın C vitamini içeriğinden dolayı olabilir. Siyah çay üretiminde polifenoller okside olduğundan bu tür bir etki görülmez. Ayrıca, kafein katekolamin sentezini hızlandırırken, biyoflanoidler bu öğenin yıkımını engellediğinden çayın antidepresan etkinlik gösterdiği ileri sürülmüştür. Biyoflanoidlerin radyoaktif Sr 90´ı uzaklaştırarak kemik iliğinde birikimini engellediği, dolayısıyla radyasyondan kaynaklanan lösemi de koruyucu olduğu çaydaki okside olmuş fenolik öğeler besinlerdeki hem olmayan demirin biyo yararlılığını önemli ölçüde azaltırlar. Bu etki özellikle diyetleri bitkisel besinlere bağımlı olan bireylerde demir yetersizliği anemisinin oluşmasında önemli rol oynar. Çay, yemekle birlikte içildiğinde bu tür olumsuz etkisi söz konusudur. Yemekten bir saat sonra içilen çayın demirin biyo yararlılığına etkisi gözlenmemiştir. Bu nedenle kansızlığa eğilimli, doğurganlık dönemindeki kadınların ve çocukların yemekle birlikte çay içmemeleri. çok arzu edilirse açık ve limonla birlikte içmeleri gerekmektedir. Limon, C vitamini içerdiğinden, fenollerin demir bağlayıcı etkilerini azaltmaktadır. Bunun yanında demir birikimi olan talasemili hastalara yemekle çay içirilmesi yararlı kabul edilebilir. 2- Kafeinin EtkisiÇay önemli miktarda kafein ve diğer metilksantinler içerir. Kakao. çikolata ve kolalı içeceklerde de kafein vardır. Kafein ve diğer metilksantinler mide salgısını uyarırlar. Mide salgısının aşırı artması mide dokusu zayıf olan bireylerde ülser riskini arttırır. Yapılan bir araştırmada 200 ml çay, beden ağırlığının kilosu başına mg histaminin oluşturduğu eş değerde asit salgısına neden olmuştur. Çayın sütle ve şekerle birlikte içilmesi asit salgısı üzerindeki etkiyi azaltır. Bu nedenle gastrit ve ülsere meyilli olan kişilerin çay içmekten sakınmaları, çok istenirse çok açık şekilde içmeleri önerilmektedir. Çay, kafein içeriğinden dolayı insanlar tarafından "uyuklamayı önleyici", "kişiyi daha uyanık ve dikkatli duruma getirici" olarak bilinir. Bileşimindeki kafein dolayısıyla çay, merkezi sinir sistemini uyarıcı etkinlik gösterir. Merkezi sinir sisteminde, kafeinin, lokomotor aktiviteyi artırarak kişiyi daha uyanık ve dikkatli duruma getirdiği gözlenmiştir. Bunun yanında kafeinin yapay türevlerinin lokomotor aktivite üzerine yatıştırıcı etki yaptığı da bilinmektedir. Çayla alınan kafein beyinde dopamin düzeyini arttırır ve katekolamin alıcılarını duyarlılaştırır. Bu nedenle sinir sistemi uyarıcısı olarak kabul edilir. Kafeinin sinir sistemi üzerine olan uyarıcı etkisi bireyden bireye değişir. Araştırmalarda bazı kişiler, 150-200 mg kafein aldıklarında rahat uyuyamadıklarını belirtmişlerdir. Bunun yanında, sürekli kafeinli içecek alanlarda uyku bozukluğu gözlenmemiştir. Buna göre, bireyler kafeine alışkanlık geliştirmektedirler. Bu nedenle bazı kişiler alışkın oldukları biçimde çay ya da kahve alamadıklarında huzursuzluk ve baş ağrısı gibi belirtilerden yakınmışlardırlar. Kafeinli içecek verildiğinde bu belirtiler ortadan kalkmaktadır. Ancak bu alışkanlık uyuşturucu ilaçlara bağımlılık niteliğinde kabul edilmemektedir. Kafein kalp ve damar kaslarının kontraksiyonunu ve sinir uyarı ileticilerini etkileyerek kardiyovasküler sistemi etkiler. Kafeinin etkisi alınan doza ve alım zamanına göre değişir. Kafeinin bu etkisi adrenal hormonlarının salınımıyla ilgilidir. Kafeinli içecek alındığında kalp kaslarının kontraksiyonunun arttığı gözlenmiştir. Metilksantinlerden çayda bulunan teofilinin kalp atım hızını arttırdığı gözlenmiştir. Kafein ve teofilinin kalp hızı üzerine etkisinde süreklilik görülmemiştir ve bunun daha çok kan basıncını yükseltici etkisinden dolayı olduğu sonucuna varılmıştır. Kafeinli içecek alındığında önce kan basıncı yükselmekte, daha sonra nabız artmakta, 2 saatlik süre geçtikten sonra her ikisi de normal düzeye inmektedir. Kafeinin kan basıncı üzerine etkisi doza bağımlıdır. Kafeinli içeceklerin idrar söktürücü etkileri de belirli düzeyde kafeine tolerans geliştirdiklerinden, belirli miktarlarda alınan çayın kardiyovasküler sistem açısından fazla sakıncalı olmadığı sanılmaktadır. Bunun yanında duyarlı kişilerin bu tür içecekleri alırken dikkatli olmaları gerekmektedir. Kafein, metaholik hız üzerinde etkilidir. Kafein vücutta yağ yıkımını hızlandırır ve kanda serbest yağ asitleri ve gliserol yükselir. Deney hayvanlarında yapılan araştırmalarda beden ağırlığının kilosu başına verilen 5 mg kafeinin ağırlık kaybına neden olduğu gösterilmiştir. Kafein. yağ hücresini küçültmekte, trigliserit miktarını azaltmaktadır. İnsanda kafeinli çay ve kahve alımının kanda trigliserit düzeyini biraz düşürdüğü, kolesterol düzeyini ise yükselttiği bildirilmiştir. Bunun yanında çay ya da kahve tüketimi ile serum lipoproteinlerinin düzeyleri arasında düzenli ilişki içecekler alındığında, kanda şeker düzeyinin yükseldiği görülmüştür. Aynı zamanda karbondioksit üretimi de artmaktadır. 100 mg kafein içeren içecek alımını izleyen iki saatlik süre içerisinde enerji harcamasında % 16´lık artış görülmüştür. Enerji harcamasındaki artış, şeker ve yağın daha çok yıkımı nedeniyle olmaktadır. Başka bir çalışmada 12 saatlik dönemde iki saat ara ile alınan 100 mg kafein, enerji harcamasında °% 7-11´lik artışa neden olmuştur. Bunun enerji karşılığı 80-150 kalori civarındadır. Bu durum zayıflama diyetlerinde şekersiz çay içiminin yararlı olabileceğini göstermektedir. Kafeinli içecekler bazı spor dallarında fiziksel performansı arttırıcı olarak bilinmektedir. Bunun nedeni, kafeinin merkezi sinir sistemi üzerindeki uyarıcı etkisi ve yağ yıkımı sonucu glikojen deposunun boşalmasının önlenmesi olarak açıklanmaktadır. Kafeinin etkisi, özellikle yüksek rakamlarda belirginleşmektedir. Bu etkilerinden dolayı kafein tabletleri "doping" olarak kabul edilmekte ve kullanılmaması önerilmektedir. Bunun yanında, özellikle uzun süre fiziksel hareket gerektiren ve yüksek rakımlı yerlerde yapılanı kayak, uzun mesafe koşular ve dağcılık gibi spor dallarında egzersiz öncesi ve sırasında bir-iki fincan çay ya da kahve içilmesi yarar sağlayabilir. Kafein içeren içeceklere alışkın olmayan sporcularda ise bu tür içeceklerin alımı, yarış sırasında heyecan ve sinirliliği, idrar çıkışını arttırarak performansı olumsuz etkileyebilir. Duna görüş sporcuların kafein içeren içecekleri tüketimleri. alışkanlıklarına, yaptıkları spor türlerine ve spor yapılan ortama bağlıdır. Yaşlılıkta kemik kaybı önemli sağlık sorunlarından birini oluşturur. Aşırı kafein alımı vücudun kalsiyum dengesini olumsuz etkiler. Bu nedenle yaşlı kişilerin fazla çay içmeleri kemik sağlıkları için sakıncalıdır. Bunun yanında aralarda içilen bir-iki bardak çayın fazla etkisi olmaz. 3- Çayın Mineral İçeriğinin EtkisiÇayın potasyum içeriği yüksektir. Potasyum sinir uyarılarının iletiminde, kas kontraksiyonunda, normal kan basıncının ve vücudun su dengesinin sağlanmasında önemli rol oynar. Kusma ve ishal gibi durumlarda vücuttan su ve tuzla birlikte aşırı potasyum kaybı olur. Çay bu kaybı yerine koyabilen yüksek potasyumlu bir içecektir. Gebelikte Çay İçiminin Etkisi Yemekle birlikte içilen çay kan yapıcı demirin biyo yararlılığını azalttığından gebe kadınların bu uygulamadan sakınmaları gerekmektedir. Çayla alınan kafein anneden fetüse geçebilmektedir. Amerikan Besin ve İlaç Birliği FDA 1980´de kafeinin uyarıcı nitelikte bir ilaç olduğunu, kafeinle anne karnındaki fetüsün sağlığı arasındaki ilişkilerin kesinlik kazanmasına kadar gebe kadınların kafeinli içeceklerden sakınmalarını bildirmiştir. Bunu izleyen yıllarda yapılan çeşitli araştırmalarda kafeinli içecek tüketimi ile yeni doğan bebeklerdeki sağlık bozuklukları arasındaki ilişkiler konusunda araştırıcılar arasında görüş birliği sağlanamamıştır. Buna karşın, gerek gebelikte en önemli sorun olan kansızlığın, gerekse doğacak bebekte kafeinin neden olabileceği bozuklukların önlenmesi için gebe kadınların kafein içeren çay, kahve, kola, çikolata, kakao gibi maddeleri fazla tüketmemeleri kendilerinin ve bebeklerinin sağlığı açısından önem taşır. - allah yolunda cihad eder misin? yaralı olmaya var mısın? canını hak yola kurban etmeye var mısın? birisi erkekçe söylemiş... demiş ki '' ya resulullah ben korkak bir i̇nsanım sana beyat edeceğim elini tutacağım ama bana cihadı emretme, korkak bir i̇nsanım bir de deveciklerim az ailem kalabalık zar zor geçiniyorum. bir de benden zekat vermeyi i̇steme. onun dışında herşeyine sana tabi olurum. uzat elini sana beyat edeyim. peygamber sav buyurmuş ki cihad olmazsa, zekat olmazsa nasıl müslümanlık olur? cihad olmazsa, zekat olmazsa nasıl müslümanlık olur? cihad olmazsa, zekat olmazsa nasıl, öyle müslümanlık olur mu? canı feda etmek lazım. peygamber efendimiz sav kendisine beyat edene '' ne üzerine beyat ediyorsun? yani öl desem ölür müsün? '' diye sorardı bazılarına sormuştu '' öl desem ölür müsün öl dediğim yerde?...'' ölürüm diyemezse, müslüman olmaz! o resulü kibriya'nın zamanına yetişecek, cemalini görecek, elini tutacak da, canının kaygısını çekecek i̇nsan..! bin tane can feda olsun diyemezse '' fedake ebi ve ümmi ya resulullah '' diyemezse, öyle müslümanlık olur mu? verebilir misin canını? şimdi verebilir misin? ''valla hocam enjeksiyon yapılmasından bile korkuyorum, çiçek aşısını bile arkadaşlarıma yapılırken bakıyorum bir fenalık geçiriyorum, kolonya koklatıyorlar, aklım ondan sonra başıma geliyor...bana böyle ağır şeyleri teklif etme... teklif etme ama khayırlar nasıl fetholacak? şerler nasıl defolacak? düşmanlar nasıl altolacak? mazlumlar nasıl kurtulacak? cihad da lazım, para da lazım, yorgunluk da lazım, i̇badet de lazım, uykusuzluk da lazım, zahmet de lazım, cennet kolay mı kazanılır? - 1 Ünlü Türk ve İslam Matematikçileri 2 Matrakçı Nasuh 3 Molla Lütfi ? – 1495 4 Kerim Erim 5 Selman Akbulut 6 Harezmi 7 Salih Zeki 1864 – 1921 8 Uluğ Bey 1393 – 1449 9 Ömer Hayyam 10 Cahit Arf 11 Ali Kuşçu 12 Ahmet Fergani Matematik alanında tanınmış Müslüman bilim adamlarının isimleri nelerdir, matematik de ünlü Türk bilim adamları kimlerdir, Matematikte ünlü Müslüman bilim adamları kimlerdir, Osmanlı da ünlü Türk bilim adamları kimlerdir, isimleri nelerdir. Ünlü Türk ve İslam Matematikçileri Tarih boyunca matematik gibi bir çok alanda genellikle Allah inancı olan Müslüman ve Türk bilim adamları çok önemli buluşlara imza atmışlardır. Matrakçı Nasuh Türk, minyatürcü. Ayrıca matematik ve tarih konularında kitaplar da yazmış çok yönlü bir bilgindir. Doğum tarihi ve yeri bilinmiyor. Kâtip Çelebi ölüm tarihi olarak 1533’ü vermekteyse de, bunun doğru olmadığı bugün kesinleşmiştir. Çeşitli kaynaklarda onun 1547’den, 1551’den, 1553’ten sonra ölmüş olabileceği ileri sürülmektedir. Yaşamı üstüne bilgi de yok denecek kadar azdır. Saraybosna yakınlarında doğduğuna, dedesinin devşirme olduğuna ilişkin kesinleşmemiş ipuçları okumuştur. Matrakçı ya da Matrakî adıyla anılması, lobotu andıran sopalarla oynandığı ve eskrime benzeyen bir tür savaş oyunu olduğu bilinen “matrak” oyununda çok usta olmasından ve belki de bu oyunun mucidi bulunmasından ileri gelmektedir. Nasuh ayrıca çok usta bir silahşördü. Bu nedenle Silahî adıyla da anılırdı. Türlü silah ve mızrak oyunlarındaki ustalığı nedeniyle Osmanlı ülkesinde “üstad” ve “reis” olarak tanınması için 1530’da I. Süleyman Kanuni tarafından verilmiş bir beratı da vardı. Çeşitli silahların nasıl kullanılacağını ve dövüş yöntemlerini anlatan Tuhfetü’l-Guzât adlı bir kılavuz kitap bile özellikle geometri ve matematik alanlarında önemli bir bilim adamıydı. Uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamış ve bu konuda kendinden sonra gelenlere önderlik etmiştir. Matematiğe ilişkin iki kitabı Cemâlü’l-Küttâb ve Kemalü’l- Hisâb ile Umdetü’l-Hisâb’ı I. Selim Yavuz döneminde yazmış ve padişaha adamıştır. Bu yapıtlardan sonuncusu uzun yıllar matematikçilerin elkitabı olarak kullanılmıştır. Molla Lütfi ? – 1495 15. yüzyılda, Fatih Sultan Mehmet ve II. Beyazıd dönemlerinde yaşamış meşhur matematikçilerdendir. Sinan Paşa’nın ve Ali Kuşçu’nun talebesi olmuş, Ali Kuşçu’dan öğrendiği matematik bilgilerini Sinan Paşa’ya aktarmıştır. Böylece Sinan Paşa, onun vasıtasıyla matematik öğrenmiştir. Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle, Fatih, Molla Lütfi’yi, özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirmiştir. Molla Lütfi, bu sayede pek çok değerli kitaptan değişik bilimleri öğrenme fırsatına sahip olmuştur. Sinan Paşa, Fatih tarafından Sivrihisar’a sürülünce, Molla Lütfi de hocası ile birlikte gitmiş, Sultan II. Beyazıd’ın tahta çıkmasının ardından hocasıyla birlikte İstanbul’a dönmüştür. Önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıd Medresesi’nde, sonra Filibe’de ve Edirne’de medrese hocalığı yapmıştır. Molla Lütfi, çevresindeki devlet erkanına ve bilginlere latife yaparak onları eleştirdiğinden, çoğu kimse tarafından sevilmezdi. Fatih Sultan Mehmet’le bile iki arkadaş gibi şakalaşırdı. Kendisini çekemeyen bazı kimselerin, dinsizlik suçlamaları nedeniyle kovuşturmaya uğradı ve Sultan Beyazıd döneminde idam edildi. Ölümü üzerine pek çok kimse yas tutmuş, tarihler düşmüş ve şehit sayılmıştı. Molla Lütfi’nin, çoğu Arapça olan eserleri 17. yüzyıla kadar elden düşmemiştir. Taz’ifü’l-Mezbah Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde kare ve küp tarifleri, çizgilerin ve yüzeylerin çarpımı ve iki kat yapılması gibi geometri konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde ise meşhur Delos problemi incelenmiştir. Molla Lütfi’nin, bu problemi, İzmir’li Theon’un eserinden öğrendiği anlaşılmaktadır. İzmir’li Theon, İskenderiye kütüphanesinin müdürü Eratosthenes’e atıfla, Delos adasında büyük bir veba salgını çıkınca, ahalinin, Apollon rahibine müracaat ederek bu salgının geçmesi için ne yapmak gerektiğini sorduklarında, rahibin tapınaktaki sunak taşını iki katına çıkarmalarını tavsiye ettiğini, böylece kolaylıkla çözülemeyecek bir matematik problemi ortaya çıkmış olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramıyınca, Platon’un yardımını isterler. Platon, rahibin sunak taşına ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve küçümsediklerini söyleme maksadında olduğunu bildirdikten sonra, problemlerin orta orantı ile çözüleceğini ifade etmiştir. Molla Lütfi, işte bu hikayeye dayanarak eserini yazmıştır. Kitabında, küpün iki kat yapılmasının, yanına başka bir küp ilave etmek demek olmayıp, onu sekiz defa büyütmek demek olduğunu açıklar. Molla Lütfi Mevzuatü’l Ulüm Bilimlerin Konuları adlı eserinde de yüz kadar bilimi tasnif doktoralı matematikçimiz . İstanbul Yüksek Mühendis mektebi’ni bitirdikten 1914 sonra Berlin Üniversitesi’nde Albert Einstein’in yanında doktorasını yaptı 1919. Türkiye’ye dönünce, bitirdiği okulda öğretim ü-yesi olarak çalışmaya başladı. Üniversite reformunu hazırlayan kurulda yer aldı. Yeni kurulan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde analiz profesörü ve dekan olduğu gibi Yüksek Mühendis Mektebi’nde de ders vermeye devam etti. Yüksek Mühendis Mektebi İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürülünce buradan ayrıldı ve yalnızca İstanbul Üniversitesi’nde çalış-maya devam etti. Daha sonra burada ordinaryüs profesör oldu. 1948 yılında Fen Fakültesi Dekanlığı’na getirildi. Kerim Erim 1894 – 19521940 – 1952 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne bağlı Matematik Enstitüsü-nün başkanlığını yaptı. Türkiye’de yüksek matematik öğretiminin yaygınlaşmasında ve çağ-daş matematiğin yerleşmesinde etkin rol oynadı. Mekaniğin matematik esaslara dayandırıl-masına da öncülük etti. Matematik ve fizik bilimlerinin felsefe ile olan ilişkileri üzerinde de çalışmalarda bulunan Erim’in Almanca ve Türkçe yapıtları bazıları şunlardır Nazari Hesap1931, Mihanik1934, Diferansiyel ve İntegral Hesap1945, Über Selman Akbulut Prof. Dr. Selman Akbulut, 1971 yılında California Üniversitesi Berkeley Matematik Bölümü’nden mezun olmuştur. Prof. Dr. Akbulut, 1975 yılında aynı üniversitede doktora eğitimini tamamlayarak, 1976 yılında Wisconsin Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak göreve başlamıştır. 1978 – 1980 yılları arasında Rutgens Üniversitesi’nde, 1980 – 1981 yıllarında Michigan State Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent; 1983 – 1986 yılları arasında aynı üniversitede Doçent olarak çalışmalarda bulunan Prof. Dr. Akbulut 1986 yılında profesörlüğe yükselmiştir ve halen Michigan State Üniversitesi’nde görev yapmaktadır. Prof. Dr. Akbulut, 1975 – 1976, 1980 – 1981 yıllarında Advanced Study Institute’da, 1982 – 1983 yıllarında Max – Planck Enstitüsü ve 1984 – 1985 yıllarında California Üniversitesi, Mathematical Sciences Research Institute’de çalışmalarda bulunmuştur. Prof. Dr. Akbulut, Türk Matematik Derneği, Amerikan Matematik Derneği ve Doğa – Türk Matematik Dergisi Editörler Kurulu’na üyedir. Prof. Dr. Selman Akbulut’un Uluslararası Science Citation Index’ce taranan hakemli dergilerde çıkmış 29 yayını vardır ve bu yayınlara 1991 yılı sonu itibariyle 239 atıf yapılmıştır. Harezmi Horasan bölgesinde bulunan harezm bugünkü Türkmenistan’ın Khiva şehrinde dünyaya gelen Harezmi’nin tam adı Abdullah bin Musa el-Harezmi’dir. Harezm’de temel eğitimimini alan Harezmi gençlinin ilk yıllarında Bağdat’taki ileri bilim atmosferinin varlığını öğrenir. İlmi konulara doyumsuz denilebilecek seviyedeki bir aşkla bağlı olan Harezmi ilmi konularda çalışma idealini gerçekleştirmek için Bağdat’a gelir ve yerleşir. Devrinde bilginleri himayesi ile meşhur olan abbasi halifesi Mem’un Harezmideki ilm kabliyetten haberdar olunca onu kendisi tarafından Eski Mısır, Mezopotamya, Grek ve Eski hint medeniyetlerine ait eserlerle zenginleştirilmiş Bağdat Saray Kütüphanesinin idaresinde görevlendirilir. Daha sonra da Bağdat Saray Kütüphanesindeki yabancı eserlerin tercümesini yapmak amaıyla kurulan bir tercüme akademisi olan Beyt’ül Hikme de görevlendirilir. Böylece Harezmi Bağdat’ta inceleme ve araştırma yapabilmek için gerekli bütün maddi ve manevi imkanlara kavuşur. Burada hayata ait bütün endişelerden uzak olarak matematik ve astronomi ile ilgiliaraştırmalarına başlar. Bağdat bilim atmosferi içerisinde kısa zamanda üne kavuşan Harezmi Şam’da bulunan Kasiyun Rasathanesin’de çalışan bilim heyetinde ve yerkürenin bir derecelik meridyen yayı uzunluğunu ölçmek için Sincar Ovasına giden bilim heyetinde bulunduğu gibi Hint matematiğini incelemek için Afganistan üzerinden Hindistana giden bilim heyetine başkanlık da etmiştir. Harezmi nin latinceye çevrilen eserlerinden olan ve ikinci dereceden bir bilinmeyenli ve iki bilinmeyenli denklem sistemlerinin çözümlerini inceleyen El-Kitab ul Muhtasar fi l Hesab il cebri ve l Mukabele adlı eseri şu cümleyle başlar “Algoritmi şöyle diyor Rabbimiz ve koruyucumuz olan Allah a hamd ve senalar olsun” Eserleri Matematik İle İlgili Eserleri 1El-Kitab’ul Muhtasar fi’l Hesab’il Cebri ve’l Mukabele 2 Kitab al-Muhtasar fil Hisab el-Hind 3 el-Mesahat Astronomi İle İlgili Eserleri 1 Ziyc ul Harezmi 2Kitab al-Amal bi l Usturlab 3Kitab ul Ruhname Coğrafya İle İlgili Eseri Kitab surat al-arz Tarih İle İlgili Eserleri Kitab ul Tarih Salih Zeki 1864 – 1921 XIX. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş, değerli eserler vererek, 57 yaşında hayata gözlerini kapamış, bir ilim ve fikir adamıdır. Salih Zeki Bey, 1864 yılında İstanbul’da doğmuştur. Ortaöğrenimini Darüşşafaka’da görmüş, yüksek öğrenimini Paris’te elektirk mühendisliği bölümünü bitirmiştir. Salih Zeki, Darüşşafaka ve Mühendis Mektebi’nde matematik ve fizik dersleri okutmuştur. Daha sonraki çalışmalarının tümünü üniversiteye vermiştir. Bugünkü gerçek üniversitenin kurucusu salih Zeki’dir. Türkiye’ye, matematik, fizik ve fen derslerini batılı yöntemleriyle ilk getiren odur. Birçok gazete ve dergide çıkan güzel yazılarıyla Türk gençliğini edebiyat kadar matematiğe yönelten ve matematiği sevdiren yine o olmuştur. Salih Zeki, aydın fenciler silsilesinin en dikkate değer son halkasıdır. İlk ve ortaöğrenimin ihtiyacı olan matematik, geometri, cebir, astronomi, trigonometri ve fizik kitaplarından başka binlerce sahifeyi bulan, yüksek seviyedeki Darülfünun ders kitapları yazmış; felsefi konularda telif-tercüme eserler bırakmış, bilim tarihi ile ilgili incelemeler yayınlamış, bizzat Mizan-ı Tefekkür adlı bir matematik kitabı yazmış, anıt bir eser olarak Kamus-ı Riyaziyat’ı hazırlayarak bunun ilk cildini yayınlamıştır Uluğ Bey 1393 – 1449 Türk matematikçilerinden birisi olan Uluğ Bey, Timur’un erkek torunlarından hükümdar olanlardan birinin oğludur. Asıl adı Mehmet’tir. Fakat o, daha çok Uluğ Bey adı ile ünlü olmuştur. 1393 yılında Sultaniye kentinde doğmuştur. Timur’un öldüğü sıralarda Uluğ Bey Semerkant’ta bulunuyordu. Semerkant ve Maveraünnehir, Mirza Halil Sultan’ın saldırısı ve işgali üzerine babasının yanına gitmek zorunda kalmıştır. Babası buraları yeniden yönetimine alarak on altı yaşında olan Uluğ Bey’e yönetimini bırakmıştır. Uluğ Bey, bu tarihten sonra, hem hükümeti yönetmiş ve hem de öğrenimine devam etmiştir. Uluğ Bey, bilgin ve olgun bir padişahtı. Boş zamanını kitap okumak ve bilginlerle ilmi konular üzerinde konuşmakla geçirirdi. Tüm bilginleri yöresinde toplamıştı. Uluğ Bey, dikkatlice okuduğu kitabı kelimesi kelimesine hatırında tutacak kadar belleği vardı. Matematik ve astronomi bilgileri oldukça ileri düzeydeydi. Bir söylentiye göre, kendi falına bakarak, oğlu Abdüllatif tarafından öldürüleceğini görmüş ve bunun üzerine oğlunu kendisinden uzak tutmayı uygun görmüştür. Baba ile oğlu arasındaki bu soğukluk, Uluğ Bey’in küçük oğluna karşı olan yakınlığı ile daha da şiddetlenmiş ve sonunda Uluğ Bey’in korktuğu başına gelmiştir. Uluğ Bey, Semerkant’ta bir medrese ve bir de rasathane yaptırmıştır. Kadı Zade bu medreseye başkanlık etmiştir. Rasathane için yörede bulunan tüm mühendis, alim ve ustaları Semerkant’a çağırmıştır. Kendisi için de bu rasathanede bir oda yaptırarak tüm duvar ve tavanları gök cisimlerinin manzaralarıyla ve resimleriyle süsletmişti. Rasathanenin yapım ve rasat aletleri için hiç bir harcamadan kaçınmamıştır. Bu gözlemevinde yapılan gözlemler, ancak on iki yılda bitirilebilmiştir. Gözlemevinin yönetimini Kadı Zade ile Cemşid’e vermiştir. Cemşid, gözlemlere başlandığı sırada ve Kadı Zade de gözlemler bitmeden ölmüştür. Gözlemevinin tüm işleri o zaman genç olan Ali Kuşçu’ya kalmıştır. Bu gözlem üzerine Uluğ Bey, ünlü Zeycini düzenlemiş vebitirmiştir. Zeyç Kürkani veya Zeyç Cedit Sultani adı verilen bu eser, birkaç yüzyıl doğuda ve batıda faydalanılacak bir eser olmuştur. Zeyç Kürkani bazı kimseler tarafından açıklanmış ve Zeyç’in iki makalesi 1650 yılında Londra’da ilk olarak basılmıştır. Avrupa dillerinin birçoğuna, çevrilmiştir. 1839 yılında cetvelleri Fransızca tercümeleriyle birlikte, asıl eser de 1846 yılında aynen basılmıştır. Zeyç Kürkani’nin asıl kopyalarından biri Irak ve İran savaşlarından sonra Türkiye’ye getirilmiş ve halen Ayasofya kütüphanesindedir. Bir hile ile oğlu Abdüllatif tarafından 1449 yılında öldürülmüştür. Ömer Hayyam Doğum 18 Mayıs 1048, İran – Ölüm 4 Aralık 1131, İran Ömer Hayyam, son derece karışık politik yapıya sahip bir bölgede yaşamıştır. 1038-1040 yılları arasında, Selçuklular Mezopotamya, Suriya, Filistin ve İran’ın büyük bölümünü de kapsayan bir coğrafyaya hakim olmuşlardı. 1055 yılında Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey Bağdat’ı da ele geçirmişti. Hayyam’ın gençliği, Selçuklu egemenliğindeki topraklarda geçmiştir. Hayyam, gençlik yıllarında felsefe öğrenimi görmüştür. Bu yıllarda edebiyatla da ilgilenmeye başlamıştır. Hayyam bir dönem şiir de yazmıştır. Ancak Hayyam’ın en başarılı olduğu alan matematik ve astronomidir. Hayyam, yaşadığı bölge itibarıyla, eğitimin çok zor olduğu bir ortamda büyümüştür. Bu konuda, Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı eserinin girişinde eğitim yıllarının çok zor geçtiğini anlatmıştır. Hayyam, sıradışı bir matematikçiydi. Çok üstün bir zekası vardı. 25 yaşından önce Aritmetik problemleri adlı eseri de dahil olmak üzere bir çok eser yazmıştır. 1070 yılında Orta Asya’daki en eski şehirlerden biri olan Samarkand’a yerleşmiştir. Samarkand’ın önemli hukukçularından Abu Tahir, kendisini desteklemiş ve ünlü eseri Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı çalışmasında kendisine yardımcı olmuştur. Selçuklu’ların kurucusu Tuğrul Bey, Eshafan şehrini, imparatorluğun başkenti yapmış ve 1073 yılında da torunu Malik Şah’ı Eshafan şehrinin yönetmek üzere görevlendirmiştir. Malik Şah, Hayyam’ı Eshafan’a davet ederek orada bir gözlemevi açmasını istemiştir. Hayyam bu isteği kabul etmiş ve gözlemevini kurmuştur. Bu gözlemevinde sonraki 18 yıl çalışmış ve bilim adamlarına başkanlık etmiştir. Bu yıllarda Hayyam çok önemli gözlemler yapmış ve astronomi tabloları çıkarmıştır. Hayyam, Eshafan’da yaptığı gözlemlerin sonucunda bir yılı, 365,24219858156 gün olarak ölçmüştür. Bu ölçüm neredeyse tam olarak kesin doğru bir ölçüm kabul edilebilir. Aynı zamanda bu ölçüm, o ana dek yapılan en doğru ölçüm olma özelliğini de taşımaktadır. 1092 yılında başgösteren olaylar, Hayyam’ın bilimsel çalışmalarını ve sakin yaşamını bozmuştur. 1092’de Malik Şah ölmüş ve veziri Nizam al-mulk öldürülmüştür. Bu olaylar sonucu yönetimi iki yıl, Malik Şah’ın ikinci karısı sürdürmüş ancak bu dönem bir çok kargaşaya sebep olmuştur. Bu yıllarda, ortodoks Müslümanlar tarafından Hayyam’ın çalışmaları sürekli engellenmiştir ve Hayyam, birkaç defa saldırıya uğramıştır. Bu olumsuz duruma karşın Hayyam, bilimsel çalışmalarını 1118 yılına kadar Eshafan’da sürdürmüştür. 1118 yılında Malik Şah’ın üçüncü oğlu Sanjar Selçuklu hükümdarı olmuştur. Bu dönemde Hayyam’ın Eshafan’dan ayrıldığı ve Selçuklu’ların yeni başkenti olan Türkmenistan’daki Merv şehrine yerleştiği bilinmektedir. Hayyam’ın en önemli cebir çalışması, Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı eserden önce yazdığı cebir notlarında kübik denklemlerin üçüncü derece denklemlerin çözümünü göstermiştir. Hayyam’ın en önemli eseri, yukarıda da belirtildiği üzere, Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı çalışmasıdır. Bu çalışmasında, üçüncü derece denklemlerin çözümünü, kesişen konik parçalarını kullanarak yapmıştır. Hayyam, konik parçaları kullanarak, üçüncü derece denklemlerin çözümü için yöntem geliştiren ilk matematikçidir. Hayyam, üçüncü derece denklemlerin birden fazla çözümü, yani kökü olabileceğini söylemiştir. Bazı denklemlerin iki kökünü bulsa da üç kökünü birden bulamamıştır. Hayyam’ın kaybolan eserlerinden birinde Pascal üçgenini de incelediği düşünülmektedir. Ancak Pascal üçgenini ilk inceleyen matemtikçi, Hayyam değildir. Al-Karaji’nin bu konuda bir çalışması önceki dönemlerde olmuştur. Cahit Arf Cahit Arf 1910 yılında Osmanlı İmpratorluğu sınırları içerisindeki Thessalonikide doğdu. Doğumundan iki yıl sonra Balkan savaşları başladı. Savaşdan dolayı Arf”ın ailesi İstanbul’a taşındı. Ve 4 yaşındayken İstanbul’da okula o günleri şöyle dile getirir ” Okulda diğer çocuklarla oyun oynayamadım çünkü üzgündüm. Sonra eğitimime Beşiktaş Sultanişi’nde devam ettim. Yangından sonra Beşiktaşı terkettik ve başka bir yere gittik. Sonunda Sülaymaniye’de bir ev kiraladık. Sonra stanbul Sultanişine kaydımı aldırdım. Aynı şey ordada oldu. Ailem beni beni oradan almadı ve okul iyi gidiyordu. ” 1919 yılında Arf’ın ailesi yine taşındı, bu sefer Ankara’ya, fakat bir süre sonra İzmir’e kalıcı olarak yerleşmeden önce kısa bir süreliğine İstanbul’a tekrar döndüler. Cahit Arf’ın matematiğe ilgisi İzmir’de okuduğu yıllarda hocasının Euclid Geometrisi problemlerini çözmede onu teşvik etmesiyle başlamıştır. 1926 ailesi Cahit Arf”ı okuması için Fransa’ya gönderdi. ” Beni anlamın arkadaşlarıyla yaşamam için Fransa’ya gönderdiler. Orada St. Louis Lycee kayıt yaptırdım. Fazla Fransızca bilmiyordum sadece okulda konuşulan kadar… Matematik sınavından en iyi dereceleri ben alıyordum bu yüzden üç yıllık Lycee yı iki yıl içinde bitirdim fakat sonra babamın frankları bitmeye başlamıştı, ve Türkiye’ye geri dönmek zorunda kaldım. ” Arf eğitimine Paris’te devam edebilmek için burs kazandı ve Fransa’ya geri döndü. İki yıl sonra Ecole Normale Superiure’yi bitirdi. Cahit Arf doktorasını tamamlamak için İstanbul’a öğretmen olarak geri döndü. Ardından İstanbul Üniversitesi Matematik Bölümüne kabul edildi. Ve matematik çalışmalarına devam etme kararı aldı. 1937 de Helmut Hasse’ nin denetiminde doktorasın yapmak için Göttingen Üniversitesine gitti. 1938 de doktora çalışmasını bitirdi. Arf Almanya’dan döndüğü İstanbul Üniversite’sinde 1962 yılına kadar çalıştı. 1943 yılında profesörlüğe yükseldi ve 1955 te ise Ordinaryus Profesör ünvanını yılında İstanbul’daki Robert Kollejinde öğretmenlik yaptı. 1964-1966 yılları arasında Birleşik Amerika’da Princeton enstitüsünde yüksek çalışmalar yaptı ve 1967 de geri döndü. Ve Orta Doğu Teknik Üniversitesine katıldı. 1980 de emekliye ayrıldıktan sonra İstanbul’da yaşadı. Cahit Arf bilimsel ve teknik araştırmaların Turkiye’deki merkezi olan TÜBİTAK’ın kurulmasında belirgin bir rol oynadı. 1985 1989 yılları arasında Türk Matematik Derneği başkanlığını yaptı. Arf, matematiğe yepyeni çalışmaları ile yaptığı katkıları dolayısıyla birçok ödül almıştır ve kariyerinde en çok ayırt edici olan ödül ise İnönü ödülüdür. Bu şekilde Karadeniz Teknik Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesinden birçok onursal doktoralık almıştır. Arf, Türkiye’de günümüz matematikçilerinin birçoğunun eğitimine yalnızca ders notları ile değil aynı zamanda konferans ve seminerlerindeki parlak tartışmaları ile de katkıda bulunmuştur. Arf ile yakın temas kurma olanağına sahip olanlar onun matematiğe ve genelde bilime olan bağlılığından derin etkilenmişlerdir. Özellikle genç matematikçilere yardım etmiş ve onlara güzel tavsiyeler vererek bol bol cesaretlendirmiştir. Arf’ın en önemli çalışmalarının birçoğu cebrik sayılar teorisi üzerineydi ve o topolojide birçok uygulama bulan Arf invaryantlarını keşfetmiştir. Onun ilk çalışması özellikle karakteristiği 2 olan cisimlerde quadratik formlara ilişkindi. O, yalnızca kendi keşfi olan Arf invaryantları ile tanınmamakta hatta bir cebirsel geometri uygulaması olan Hasse-Arf teoremi ile de hatırlanmaktadır. Halka teorisinde de Arf halkaları kendi adıyla anılmaktadır. Arf çalışmalarına ek olarak uygulamalı matematikte serbest sınırlar ile sınırlandırılmış elastik düzlem yüzeyler üzerine birkaç makale ve istatiksel mekanikte küme genişlemelerinin cebrik yapılarına ilişkin bir makale yazmıştır. Cebir ve Sayılar Teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum 1990’da 3 ve 7 Eylül tarihleri arasında Arf’in onuruna Silivri’de gerçekleştirilmiştir. Halkalar ve Geometri üzerine ilk konferanslarda 1984’te İstanbul’da yapılmıştır. Arf, matematikte geometri kavramı üzerine bir makale sunmuştur. O, bir kalp rahatsızlığı ile bu dünyaya gözlerini yummuş ve İstanbul’da defnedilerek İstanbul üniversitesinde bir tören düzenlenmiştir. Ali Kuşçu Türk-İslam Dünyası astronomi ve matematik alimleri arasında, ortaya koyduğu eserleriyle haklı bir şöhrete sahip Ali Kuşçu, Osmanlı Türkleri’nde, astronominin önde gelen bilgini sayılır. “Batı ve Doğu Bilim dünyası onu 15. yüzyılda yetişen müstesna bir alim olarak tanır.” Öyle ki; müsteşrik W .Barlhold, Ali Kuşcu’yu “On Beşinci Yüzyıl Batlamyos’u” olarak adlandırmıştır. Babası, Uluğ Bey’in kuşcu başısı doğancıbaşı idi. Kuşçu soyadı babasından gelmektedir. Asıl adı Ali Bin Muhammet’tir. Doğum yeri Maveraünnehir bölgesi olduğu ileri sürülmüşse de, adı geçen bölgenin hangi şehrinde ve hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmektedir. Ancak doğum şehri Semerkant, doğum yılının ise 15. yüzyılın ilk dörtte biri içerisinde olduğu kabul edilmektedir. 16 Aralık 1474 h. 7 Şaban 879 tarihinde İstanbul’da ölmüş olup, mezarı Eyüp Sultan Türbesi hareminde bulunmaktadır. Ölüm tarihi; torunu meşhur astronom Mirim Çelebi’nin ölümü, Edirne 1525 Fransça yazdığı bir eserin incelenmesi sonucu anlaşılmıştır. Mezar yerinin 1819 yılına kadar belirli olduğu ve hüsn-ü muhafazasının yapıldığı; ancak 1819 yılından sonra, Ali Kuşcu’ya ait mezarın yerine, zamanının nüfuzlu bir devlet adamının mezar taşının konmuş olduğu anlaşılmaktadır. Uluğ Bey’in Horasan ve Maveraünnehir hükümdarlığı sırasında, Semerkant’ta ilk ve dini öğrenimini tamamlamıştır. Küçük yaşta iken astronomi ve matematiğe geniş ilgi duymuştur. Devrinin en büyük bilginlerinden; Uluğ Bey , Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddün Cemşid ve Mu’in al-Din el-Kaşi’den astronomi ve matematik dersi almıştır. Önce,Uluğ Bey, tarafından 1421 yılında kurulan Semerkant Rasathanesi ilk müdürü, Gıyaseddün Cemşid’in, kısa süre sonra da Rasathanenin ikinci müdürü Kadızade Rumi’nin ölümü üzerine, Uluğ Bey Rasathaneye müdür olarak Ali Kuşcu’yu görevlendirmiştir. Uluğ Bey Ziyc’inin tamamlanmasında büyük emeği geçmiştir. Nasirüddün Tusi’nin Tecrid-ül Kelam adlı eserine yazdığı şerh, bu konuda da gayret ve başarısının en güzel delilini teşkil etmektedir. Ebu Said Han’a ithaf edilen bu şerh, Ali Kuşcu’nun ilk şöhretinin duyulmasına neden olmuştur. Kaynakların değerlendirilmesi sonucu anlaşılmaktadır ki; Ali Kuşcu yalnız telih eseriyle değil, talim ve irşadıyle devrini aşan bir bilgin olarak tanınmaktadır. Öyle ki; telif eserlerinin dışında, torunu Mirim Çelebi, Hoca Sinan Paşa ve Molla Lütfi Sarı Lütfi gibi astronomların da yetişmesine sebep olmuştur. Bu bilginlerle beraber, Ali Kuşcu’yu eski astronominin en büyük bilginlerinden birisi olarak belirtebiliriz. Ali Kuşçu Eserleri Ali Kuşcu’nun özellikle, matematik ve astronomi ile ilgili eserleri, gerçek ilmi kişiliğini ortaya koymaktadır. Bu eserlerinin adları şunlardır; Risale-i fi’l Hey’e Astronomi Risalesi Risale-i fi’l Fehiye Fetih Risalesi Risale-i Hisap Aritmetik Risalesi Risale-i Muhammediye Cebir ve Hesap konularından bahseder Tecrid’ül Kelam Sözün Tecridi Risale-i Adudiye Unkud-üz zvehir fi Man-ül Cevahir Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım Vaaz İstiarad Ahmet Fergani 9. yüzyılın başlarında dünyaya geldiği kabul edilen ünlü matematik ve astronomi bilgini Ahmet Ferganî, çağının bilim ve kültür merkezlerinden olan Türkistan’ın Fergana bölgesindendir. Bilim ve kültür tarihimizin birinci elden kaynakları olan tezkireler biyografik eserlerde doğum tarihi ile ilgili bir bilgi bulunmamakla birlikte kendisi gibi bir astronom olan babasının adının Muhammed, dedesinin ise Kesir olduğu kayıtlıdır. Ahmet Ferganî, ilk öğrenimini ünlü bilginlerin yetiştiği Fergana’da yaptı ve büyük bir ihtimalle astronomi konusundaki bilgilerini babasından aldı. Belli bir seviyeye geldikten sonra da mevcut bilgilerine yeni bilgiler katmak amacıyla da, çağının bilim, kültür ve aynı zamanda halifelik merkezi olan Bağdat’a geldi. Ömrünün yarısına yakınını burada geçiren Ferganî, kısa sürede matematik ve astronomi konularındaki bilgisini Bağdat bilim çevresine kabul ettirip, bilimin gelişmesine olan katkılarıyla bilim tarihinde adlarından övgüyle bahsedilen Abbasi halifelerinden Me’mun ve el-mütevekkil döneminin en ünlü bilginleri arasına girdi. 861 yılında halife el-Mütevekkil tarafından Nil ırmağı kıyısında yapılan ölçüm işlerini yürütmesi için Mısır’a gönderilen Ferganî’nin, bundan sonraki yaşamı bilinmiyor.

matematik ve bilim denince aklımıza gelenler